Bize Ulaşın:

0532 645 75 75


Allah'tan başka birşey istesem...

27 Mart 2015

Çağatay Hocam, dedi gizemli sayılabilecek bir şekilde, ben de size bir şey anlatacağım ama sonra. Büyük bir sır verecek gibiydi. Peki, dedim, gülümsememi bastırmaya çalışarak. Anlaşılan gene gün boyunca konuştuklarımız daha derinlerde tutulan bazı şeylere dokunmuştu. Sonra, bizi başkalarının kolayca duyamayacağı bir ortamda sırrını paylaştı. Evet, bir sırdı bu, tüm evrenin bildiği “sır”.

 

Bir kitap okumuş. Kitapta özetle, size gelmesini istediğiniz bir şeyin görüntüsünü oluşturun ve bu mesajı evrene gönderin diyormuş. Bunu yapmak içinse en başta, aslında ihtiyaç duymadığımız bir şeyi düşünmemiz salık veriliyormuş. Bir anahtarlık seçmiş o da ve ertesi gün, tam da bu anahtarlık kendisine, komşusunun onu tanımayan ve yurtdışından gelen kızının elinden ulaşmış.

 

Hikâyesi bittiğinde bana asıl vermeye çalıştığı sırrı anlamıştım. Ben, diyordu aslında, bu mantık dünyası üzerinde bize öğretilen, bizden yapmamız beklenen her şeyden, bize ezberletilmiş yaşam biçimlerinden ve evet, belki de bütünüyle, egemen olan batı düşüncesinden şüphe eden bir günahkârım. Kendisi gibi bir günahkârla konuşmanın onu rahatlatacağını biliyordum; sohbetimiz karşılıklı itiraflarla geç saatlere kadar sürdü.

 

Ne zaman böyle “medeniyet dini”nden çıkmaya eğilimli bir günahkâr ile karşılaşsam ve evrenin sırrını konuşsak aklıma, Tanrı’nın, ağır bir şaka gibi yaşamlarımızın çeşitli yerlerine kondurduğu ve bizim ısrarla görmezden geldiğimiz büyük dersi gelir. Hani şu bir şeyi öylesine isteyip – sözgelimi bir çilekli dondurmayı veya çok istediğimiz ama gitmezsek ölmeyeceğimiz konsere iki bileti – o sırada kapıdan içeri giren tanıdığımızın elinde gördüğümüz anlardan bahsediyorum. Ve o kadim, acınası cümle pişmanlık-şansızlık-şaşkınlık karışımı vurgusuyla çıkar ağzımızdan: “Allah’tan başka bir şey istesem olacakmış.” Hiç de ‘tam istediğimiz’ olmaz değil mi? Hep biraz istediğimiz, çok da önemsemediğimiz gerçekleşir.

 

Şimdi şöyle arkanıza yaslanın ve en çok istediğiniz şeyi düşünün. Bir üst pozisyona geçmek, havuzlu bir villa, bir Ferrari, harika bir eş, hangisi olursa… Önce onu düşünün, ardından da aklınıza üşüşen düşünceleri yakalayın. Ne söylüyor kafanızdaki sesler? Yapabileceğinizi veya sahip olabileceğinizi mi söylüyorlar yoksa bunları neden gerçekleştiremeyeceğinize dair sebepleri mi sıralıyorlar? Ah, hepsi de ne kadar gerçek değil mi? Dikkatinizi çekerim, zihninizin penceresinden kafasını uzatan olumlu düşünceleri görür görmez taşlamaya başlayan,  yaralayan ve onların tekrar içeri girmelerine neden olan şey hayat değil, yine bizim düşüncelerimiz. Hani şu çilekli dondurmadan ya da konser biletinden sonra ortaya çıkmayanlar.

 

Bir şeyleri bir çocuk gibi değil de, yetişkin gibi istediğimizde düşüncemizin ya arkasında bize ait olmayan, başkalarının yüklediği istekler ya da önünde yine çoğunlukla başkalarından emanet kaygılar oluyor. Sonuçta evren neyi istediğimizi anlayamıyor; başarıyı mı, başarısızlığı mı, refahı mı, sıkıntıyı mı?.. Ve bu durumda istemenin yolu istememek oluyor. Buna sonuçtan bağımsız olmak deniyor; iste, ancak sonucuna karşı bağımlılık hissi besleme. Nedenini düşününce, sahip olmakla olmamanın aynı şey olduğunu anlatmak içindir belki, diyorum. Her şeyin aynı şey olduğunu burada da anlamamız için. Tabii bize ne kadar yaklaşıyor olsa da, henüz çoğunluğumuzdan oldukça uzakta bir kavrayış düzeyi bu. Bilmek yetmiyor. Yetseydi dünyadaki bir çok eski geleneği de daha farklı algılardık herhalde. Mesela Kwakiutl Kızılderili’lerinde güç, kimin sahip olduğu şeylerin en fazlasını yok edeceğiyle ölçülürmüş. Silahlarını, eşyalarını hatta evlerini yakarlarmış güçlü olduklarını göstermek için, hiçbir şeysiz kalana kadar vazgeçerlermiş kendilerine ait olandan. Bu düşüncenin altında yatan, insanın kendine ve hayata karşı sonsuz güvenini keşke hep içimizde hissedebilsek. Ancak biz bu gün bu bilgiyi “Salaklık Tarihi” adlı kitapta (Bob Fenster) okuyoruz. Ne zaman “Bilgeliğin Tarihi”nde okuruz, işte o zaman “Allah’tan başka bir şey” istememize gerek kalmaz.